Ah ! Müjgan...
Selçuk Karadağ


Reddediliş
Hüsnü: Yeter tabii, yeter. Şaka söylemiştim zaten. Bak, şu eve bak… İlk gittiğin, hayran olduğun, dilinden düşüremediğin bir ev… O zaman böyle büyük, böyle masraflı bir ev düşünememiştik bile. Hayalimizden çok daha zengin bir hakikat bu. Şimdi paramız da var. Her şeyimiz var. Hadi, çık, koş, ara, bağır, çağır; Hüsnü’yle Müjgan da gelsinler buraya.
Müjgan: Anlamadım…
Hüsnü: Ne sen o Müjgan’sın, ne de ben o Hüsnü’yüm. Bizi ebediyen ayırdılar, kopardılar…
Müjgan: Gitme, bırakma beni!
Hüsnü: O Müjgan için, o Müjgan’la Hüsnü’nün hayalleri, ümitleri, ufacık, fukara istekleri için sen de ağla benim gibi. O Müjgan en büyük matemlere layık. Ama sen… sen… daha ne istiyorsun benden?
Sadri Alışık, anahtarları arabanın içine atıp elleri cebinde gecenin karanlığına doğru yürürken “Son” yazısı beliriverdi ekranda.
Simge o sırada dönüp “Ayrılmak istiyorum.” dedi Cevat’a. Adam önce ne olduğunu anlayamadı. Anlamaya çalışırken istemsiz bir şekilde “Neden?” diye soruverdi. Kadın gülümsedi. Adam, filmin de vermiş olduğu hisle ağlamaya başlamıştı.
“Tükenmiş hissediyorum.” dedi kadın ve devam etti:
“Tükendim ben Cevat, sen tükettin beni. İlişkimizi de tükettin. Senin yüzünden hayatımda bir şey kalmadı.”
Adam afallamış bir şekilde,
“Nasıl bir şey kalmadı?” diye sordu.
Kadın kafasını iki yana salladı.
“Bak, görmüyor musun? Kazandığın üç kuruş parayı dandik işler için harcıyorsun. Neymiş, beyimiz film çekecekmiş! Sen kim, film çekmek kim be! Ben artık gidiyorum, daha fazla buna katlanamayacağım.”
Cevat aslında içten içe Simge’nin yalan söylediğinin farkındaydı. Asıl sebep sadece Cevat’ın hayali değildi. Bir süredir zaten bir şeylerin değiştiğini biliyordu. İlişkilerinin tepetaklak yokuştan yuvarlandığının farkındaydı. Yedi yıllık ilişkinin içinde ne kırk gün olabilmiş ne de kırk geceye varabilmişlerdi.
Cevat aklından bunları geçirirken Simge:
“Bak işte yine beni dinlemiyorsun. Sırf bu beni dinlemeyişlerin nedeniyle gidiyorum ben.” dedi.
Cevat yine sessiz kalmıştı. Cevat’ın sessizliği içinden haykırıyordu aslında:
Tek neden değil bu, değil mi? Aslında tek neden senin kendine bir ‘Salih Güney’ bulmuş olman değil mi?
Son sözü dışarıdan söyledi:
“Ah Müjgan, ah!”
Bu artık Simge’nin daha fazla çekemeyeceği bir durum haline gelmişti. Ayağa kalktı:
“Senden, o müptelası olduğun dandik filmlerinden, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayallerinden nefret ediyorum. Hiçbir işe yaramazsın! Ve evet, başkasıyla beraberim. Onunla olmayı, senin hayallerinin boşluğunda sürüklenmeye tercih ediyorum.”
Cevat kafasını hızlı bir şekilde kaldırdı:
“Hayır, hayır, bu doğru değil. Şaka yapıyorsun. Yedi yıldır birlikte kurduğumuz bir hayaldi. Bu filmi beraber yapacaktık. Yok, yok, sadece bana kızgınsın, ondan bunları söylüyorsun bana.”
Simge Cevat’a doğru parmağını sallayarak:
“Ya sen ne saçma sapan bir adamsın! Yedi yılımı tükettin benim. Çok düşündüm bunları Cevat ve benim için kesinlikle bitti.”
Simge evden çıkmak üzere paltosunu üzerine aldı.
“Ama ne yapacaksın? Nereye gideceksin gecenin bu kör karanlığında? Bak dur, otur. Yarın sabah sakin kafayla tekrar konuşuruz.”
Cevat yalvarırcasına kurmuştu bu cümleleri.
Simge, Cevat’a küçümseyerek baktı:
“Sevgilimin yanına gidiyorum. Boş hayalleri olmayan bir adamın yanına. Ve sana o boş hayallerinle mutluluklar diliyorum. O hiç çekemeyecek olduğun filmle ve o birbirinden dandik, ajitasyon Yeşilçam filmleriyle dolu bir hayatla.”
Kapıyı çekip çıktığında anladı Cevat: bu aslında bir kurguydu.
Simge’nin sabah uyandığında, kahvaltı sırasında, dinledikleri şarkılarda, film izledikleri sırada yavaş yavaş işlediği bir kurguydu. Simge bugün sabahtan beri zaten gidecekti. Sadece kurgusuna göre filmin bitmesi gerekiyordu.
Cevat dizlerinin üzerine çöktü:
“Hayır, yanılıyorum.” dedi içinden.
“Hayır, geri dönecek.”
Omuzları titriyordu, sesi titriyordu, bütün vücudu titriyordu, ruhu titriyordu.
“Geri gelecek.”
Yalnızlığın Üç Kardeşi: Depresyon, Öfke ve Pazarlık
Cevat kapının sesiyle uyandı.
“Kim bu saatte ya?”
İstemsiz bir şekilde yedi yıllık alışkanlığın sonucunda yanında boş yastığa sorduğunu fark ettiğinde, o boş yastığı tutup duvara doğru fırlattı. Bu sırada kapı hâlâ çalmaya devam ediyordu.
“Tamam lan, tamam, geliyorum.”
Salondan geçerken boş rakı şişesine takıldı. Bir büyükle eve geldiğini, geçen gece zurna olduğunu anımsadı. Sonra içinden Masumiyet filmindeki Haluk Bilginer’in meşhur tiradını geçirdi kısacık bir zaman içinde; ama neyse ki başında bir çocuk “Kalk abi, Diyarbakır’a geldik.” dememişti. Yine kendi evinde, kendi yatağında uyanmıştı.
Kendi kendine,
“Bak Simge, bak gördün mü? Seni Bekir’in Uğur’u sevdiği kadar sevmiyormuşum. Bak, o İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar bir büyüğün aldığı biletle gitti. Bana o büyük, iki semt arasında bir taksi bile tutmadı. Sevmiyorum ulan seni!” diye bağırarak yerdeki rakı şişesini duvara doğru fırlattı.
Kırılan şişenin her bir parçası, Cevat’ı kafasındaki kurgudan uyandırdı — bir de kapının daha hızlı çalınması.
“Cevat, bak polis çağıracağım! Ne oluyor lan içeride?”
Kamil kapıdan içeri girerken, Cevat bu habersiz gelen misafirden hiç memnun olmadığını yüzüne taktığı memnuniyetsizlikle belli etmişti. Sessizliği ilk bozan, gri-yeşil arası koltuğa oturan Kamil oldu:
“Aga, sette bir iş ayarladım sana. Hem kafanı dağıtmana da yardımcı olur.”
Cevat kahverengi berjere oturmaktan çok yığılmıştı. Kafasını ‘olur’ manasında salladı.
“Demek bizim de hayatımız bu dandik dizilerin setinde gelip geçecek.”
Kamil bu söylenene çok alınmamıştı; çünkü o da çalıştığı dizinin dandik olduğunu kabul ediyordu.
“Belki gün geldiğinde…” dediğinde, Cevat yüzünü buruşturarak sözünü kesti:
“Hangi gün lan? Hangi gün? Böyle böyle çürüyüp gideceğiz işte. Simge bir yerde haklıydı. Oğlum, Türkiye’de film yapmak kadar dandik hayal mi olur lan? Kimiz lan biz? Biz radyo-sinemadan mezun iki tip! Türkiye’de kameraman olmak için okunan bölüm oğlum bu! Parayı vurmak için duygulara değil, osuruğa film çekmek lazım bu ülkede.”
Kamil: “Abi tamam, sakin. Biraz Simge’nin gitmesi… tamam, seni mahvetti ama hayallerini yanında götürmedi ya. Bak, onlar hâlâ senin yanında.”
Cevat yine yüzünü ekşiterek: “Oğlum, o Simge denen kadın var ya, hayallerimi de götürdü oğlum. Hem de nereye biliyor musun? Bak, şu karşıda duran plaza inşaatı var ya, o inşaatın önünde bir bidon var; o bidonun içinde yakmaya götürdü. Benim hayallerim yanıyor oğlum, o gittiğinden beri.”
Kamil gülümsedi bu sefer:
“O nedenle mi İstanbul bu kadar erken ısındı be abi?”
Bu cevap ilk defa az da olsa Cevat’ı gülümsetti. Kamil devam etti:
“Abi, bu arada yarın akşam Balat’ta yeni bir oluşum kuracaklar: ‘Türk Sineması Sevenleri’ diye. Biz de gidelim mi?”
Cevat bu sefer kahkahayı bastı:
“Oğlum, seve seve bitiremediler şu Türk sinemasını! Bu kaçıncı dernek lan açılan?”
Kamil omuzlarını silkti, çantasının içinden bir poşet çıkardı:
“Gelirken fırından poğaça aldım. Çay koyuyorum, bir şeyler yiyelim de sete gidelim. Seni tanıştırayım milletle. Yarın da set çıkışı gidelim; hem film gösterimi de olacakmış, onu da izleriz.”
Kamil çay koymaya giderken, Cevat içeriye doğru seslendi:
“Hangi film olacakmış?”
Kamil: “Ağır Roman.” diye cevap verdi.
Kabulleniş
Çiçekçi: Vay hızlı bitirim vay, ne iş?
Salih: Ulan ruhum çalkalanıyor, duygularım birbirine vuruyor be.
Çiçekçi: Al yut, bunlarla çalkalan. Aşk mevzu mu?
Salih: Falan gibi.
Çiçekçi: Kus ulan hikâyeyi!
Salih: Ölümüne tav oldum kevaşeye.
Çiçekçi: Değer mi lan bir orospuya, değer mi?
Film bitiminde herkes toplandığında Kamil tuvalete gitmişti. Tam bu sırada bir kadın yaklaştı yanına:
“İlk kez mi izlediniz?”
Cevat gülümsedi:
“Bu filmi belki yüz kez izlemişimdir ama her izlediğimde ilk kez etkisi yaratır. Ağır Roman, Gemide, Tabutta Rövaşata ve birçoğu… Mesela Sadri Alışık filmleri. Adamda öyle bir ses tonu var ki bazen her kelimesi içerisinde bir gözyaşı taşır ya da büyük bir neşe. Her filmini defalarca izleyebilirim. Onun gibi nice insanlar geldi ve geçti.”
Kadın elini uzattı:
“Ben Müjgan.”
Cevat kadının elini sıkarken:
“‘Ah Müjgan’ filmi nedeniyle bu ismi vermişler demeyin.”
Kadın kahkaha attı:
“Yok yok, aslında Attilâ İlhan’ın şiirinden geliyor ismim.”
Cevat kadının gözlerinin içine baktı:
“Evet, O Mahur Beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız. Deniz Gezmiş için yazmıştı Usta o şiiri, ne de güzeldir. Fakat o film nedeniyle koymuşlar ismimi deseniz de şaşırmazdım, gözleriniz dört defa lacivert çünkü.”
Müjgan utanarak gülümsedi ama hemen toparladı kendisini:
“Bir işiniz var mı? Şair Nedim’in orada gelmiş geçmiş tüm şairler anısına şarap içesim var ama tüm arkadaşlarım terk etti beni bu gece, tek başıma da gitmek istemiyorum.”
Cevat gülümsedi:
“Ucuz şarap içeceğiz ama.”
Müjgan gülümsemeye gülümsemeyle cevap verdi:
“En ucuzundan.
Kamil sabah erkenden seti olduğu için Müjgan ve Cevat’a katılamayacağını söyledi. Tabii bu yalandı. Yalan olmasa giderken göz kırpıp yüzünde abuk sabuk ifadeler yapar mıydı hiç?
Rengârenk evlerin arasından geçerken yol boyu çok konuşmadılar. Markete girdiklerinde Müjgan, Sadri Alışık konuşma tarzıyla en ucuz şarabı sordu. Marketçi şarabı gazeteye sararak uzattı. Sessizliği ilk Müjgan bozdu:
“Gözleriniz…” dedi, yanlış bir şey söylememek için bir anlık duraksadı. Sonra sormaya karar verip:
“Gözleriniz çok hüzünlü.” dedi.
Cevat gülümsedi:
“Hüzünlü değilim, mizacım böyle. Doğduğumdan beri böyleyim. Bak…” elindeki gazeteye sarılmış şarabı göstererek,
“Şarabım hâlâ bitmedi.”
Müjgan gözlerini şaşkınlıkla açtı:
“Rina değil mi? Erdal Tosun, ah ruhu şad olsun. Film kötüydü ama o şarapçı karakterinin cümleleri çok derindi.”
Cevat gülümsedi, şaraptan bir yudum aldı:
“O zaman ne yapıyoruz?”
Müjgan gülümsemeye gülümsemeyle cevap vererek şarabı Cevat’ın elinden aldı:
“Çakıyoruz.” diyerek dudaklarına götürdü. Yüzünü ekşiterek şişeyi indirdi:
“Yalnız şarap gerçekten çok kötü değil miymiş?” diye sordu.
Cevat kahkaha ile cevap verdi:
“Daha kötüsünü gerçekten içmedim.”
Kendilerine deniz kenarında oturabilecek bir bank bulduklarında sohbet etmeye devam ettiler. Sinemadan konuştular, Türk sinemasının geldiği ve gittiği yönden. Yeni dönem para için çekilen filmleri yerdiler. Çektikleri filmlerde ilk olarak parayı gözetmeyen yönetmenleri övdüler. Talihsiz, hiç değeri bilinmemiş filmleri ikisinin de bilmesi ikisinin de içinde tarifsiz bir mutluluk yarattı. Filmlerden repliklerle birbirlerine cevap verdiler, hatta şiir okudular.
Cevat bankın üzerine çıkıp elinde şarap şişesini sallarken:
“Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın
Hiçbir dakikamı yaşayamazsın”
diye şiiri okumaya başladı. Daha sonra durdu. Bu sefer yanında Müjgan ayağa kalktı, şarap şişesini elinden aldı:
“Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Benim için kirletme aydınlığını
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün
Gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim
Ya ölmek ustalığını kazanırsın
Ya korku biriktirmek yetisini”
“Yalnız ben devamını hatırlayamıyorum.” dedi ve gülmeye başladı.
Birkaç saniye düşünen Cevat:
“Sanırım ben de.” dedi ve Müjgan’a katılarak o da gülmeye başladı.
Müjgan bir an işaret parmağını Cevat’ın dudakları üzerine koydu:
“Yalnız şu iki noktada anlaşalım: Bir, ben Aysel değilim. İki, başından gitmeyi hiç mi hiç düşünmüyorum.”
Cevat da aynı şekilde parmağını Müjgan’ın dudaklarına koydu:
“Bundan ben çirkin olduğumu anlıyorum.”
Sonra gülümseyerek başladı:
“Müjgan gitme başımdan
Senin yanında hiç ölmem seziyorum
Bazen kötü olabilirim, anksiyetem de var
Müjgan gitme başımdan
Benim yağmurum serinletir seni bu yaz gününde
Güneş gibi doğar gecelerime sarışınlığın
Uykularımı seninle uyumak istiyorum
Her dakikamı yaşayalım”
Yan bankta oturan birkaç genç bir anda tezahürat yapmaya başladıklarında ikisi de hâlâ birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Daha sonra gençlere doğru dönerek reverans yaptılar. Müjgan bu sefer Cevat’ın elini sıkı sıkıya tutarak:
“Cevat gitme başımdan
Benimle paylaş aydınlığını
Her insan kadar kötü, karanlık ve çirkinim
Bırak ışığını yükseltelim
Gözlerim hızlandırsın tenhalığımızı
Yanlış şehirlere gidelim olsun
Ölmek ustalığından kurtulalım
Ve kurtulalım biriktirdiğimiz korkulardan”
Barışma
Cevat, gözleri dolu dolu bakıyordu karşısındaki kadına.
Kabulleniş böyle bir şey olmalı, diye düşündü içinden.
Kabulleniş, önce insanın kendisini kabullenmesinden geçer; sonra kendisini kabullenmiş başka bir insanın kabullenişini köprü yapmasından. Köprüler hep olacaktı, hep yıkılacak; kendilerine yeni köprüler inşa edeceklerdi.
İnşa etmek, insanın kaderinde varsa, ilk önce kendi içine, kendi yüreğine bir köprü inşa etmeliydi insan. Ve kendi yüreğinin huzuruna çıktığında çökmeliydi dizlerinin üzerine.
İnsan önce kalbini affetmeliydi.
Kendi yüreğine sarılmalıydı uzun uzun, barış için antlaşma imzalamalıydı.
Ve okullarda ders olarak öğretilmeliydi: kendinle barışmak.
Bir de umut tabii…
Umut, Nietzsche’nin dediği gibi her zaman işkenceyi çoğaltan bir şey değildi.
Umut bazen de yaşamak için insanın içinde tuttuğu, tarihi geçmemiş bir enerjiydi.
“Kamera, Cevat ile Müjgan’dan uzaklaşırken dış ses bu cümleleri okur. Güzel bir İstanbul manzarası ve final.”
Kamil, Cevat’a bakıyordu.
“Abi, biraz klişe olmamış mı? Yani ne bileyim, Ekşi’de neyim baya yererler böyle biterse.”
Cevat, sağında oturan Müjgan’ın elini daha sıkı tuttu ve gülümsedi:
“Klişe olsun oğlum, hayat zaten klişelerden ibarettir.”
Selçuk Karadağ
Sosyal medya hesaplarımıza göz attınız mı?
İletİŞİM
bilgi@kitapveotesi.com
© 2024. All rights reserved.