Yatılı Mektup
Selçuk Karadağ
10/16/2025
Küçük kız, zayıf ışığın altında bir şeyler karalıyordu. Kimsenin onu görmediğinden, görse de umursamayacağından emindi. Nilgün 14 yaşındaydı ve yatılı okulu burslu olarak kazanmış birkaç çocuktan biriydi. Bugün, sömestir tatili dönüşü yurda geldiği ilk günüydü.
“Nilgün, hadi uyku saati.”
Ayşe Öğretmen’in sesini duyunca apar topar yazdığı şeyleri buruşturup aşağıdaki çöp kovasına attı. Soluk ışığı kapatıp kendi ranzasına doğru yürümeye başladı. Ayşe Öğretmen, bu sessiz, çalışkan çocuğun neler yazdığını merak etti. Belki biraz onu açmasında, anlamasında yardımcı olur diye çöp tenekesinin içine atılmış buruşuk kâğıdı alıp yatakhaneden çıktı.
Nöbetçi öğretmen odasına girmeden önce mutfağa uğrayıp kendisine bir bardak çay aldıktan sonra ocağın altını kapattı. Öğretmen odası çok büyük değildi ama işlevseldi. Bir küçük çalışma masası, bir ranza, bir de dolap vardı; yeterdi.
Küçük çalışma masasına oturdu, buruş buruş olmuş kâğıdı masanın üzerine yaydı. Çayından bir yudum aldı ve okumaya başladı.
“Sevgili Anne ve Baba,
Bu mektubumda size bazı anlatamadığım şeyleri anlatmak istiyorum. Size anlatamadım, çünkü korktum. Okulumda çok mutluyum, gerçekten. Hatta o kadar mutluyum ki yaz tatilinde kapanmıyor olsaydı yanınıza hiç gelmek istemezdim.
Neden gelmek istemezdim, size bunlardan bahsetmek istiyorum. O valizimle ilk geldiğim gün, babamın beni istasyondan alıp eve getirdiği gün, gözündeki morluğu gördüm. O morluğun neden olduğunu soracak değilim, çünkü o morluk benimle konuşabiliyordu. Küçüklüğümden beri yaptığınız kavgalar, inşa ettiğiniz cepheler ve arasında kalmış ben vardım. O kavgalar gün geçtikçe daha çok büyümüş ve babamın işten çıkartılmasından sonra daha da şiddetli hâle gelmişti.
Sevgili babacığım, lütfen anneme vurma. Etrafımda gördüğüm birçok çocuğun ailesine göre sizin nasıl bir sevgiyle evlendiğinizi biliyorum. Ama yine etrafımda gördüğüm birçok çocuğun ailesine göre, o sevgiyi nasıl tüketmekte olduğunuzu da görüyorum. Ama yapma babacığım, çünkü bu bir çıkış yolu değil. Bu, üçümüzü de içine attığın bir zindan ve o zindanın içerisinde birbirimizin adımlarına basmadan yürümeye çalışıyoruz; yapamıyoruz.
Annemin bana “Hoş geldin kızım.” deyip mutfağa geçmesini ve sigara içmesini, o sigaranın ucundaki közü benmişim gibi içine çekmesini izledim mutfak kapısının aralığından.”
Ayşe Öğretmen her sigara tiryakisinin yaptığını yaptı. Çantasının içerisinden bir sigara çıkartıp pencereden kafasını uzatarak içmeye başladı. Yukarıdan çıtırtılar geldiğini duydu. Kafasını yukarı doğru kaldırınca birkaç kuşun çatıdan ileri doğru uçtuğunu gördü ve gülümsedi. Sigarasını hızlıca bitirip pencerenin kenarında duran kül tablasında söndürdü ve tekrar masaya geçerek mektubu okumaya devam etti.
“Sevgili anneciğim,
Babamın işsiz olduğunu biliyorum. Öfkesinin asıl sebebinin, kendisine bir erkek olarak yapması gerektiği söylenen şeyleri yapamaması olduğunu da biliyorum. Elbet bir işe girecektir, elbet bir iş bulacaktır; ama şu an bu konuda onu sürekli aşağılar şekilde konuştuğunu da biliyorum.
Yine biliyorum ki, sana vurmaya hiçbir hakkı yok. Bu nedenle, belki de gitmek istersen seni anlarım. Beni almak ya da almamak konusunda hangisini yaparsan, yine bunu anlarım. Ama gitmeyi bir tehdit malzemesi olarak kullanmamanı rica ediyorum.
Eğer mutsuzsan — ki ben bunu gözlerinin içerisinde görüyorum — git. Eğer bu evlilikte bir şeyleri kurtaramayacağına inanıyorsan — ki ben de kurtaramayacağınıza inanıyorum — ayrılın.
Bunu neden sana söylüyorum? Çünkü babam, gururu nedeniyle, çoğu erkek gibi gözlerine siyah bir bant çekmiş. Yani anneciğim, gidecek olursan kızının seni her zaman desteklediğini bil.
Olan her şeye rağmen, ben ikinizi de çok seviyorum. Sadece artık iki siperin arasındaki o küçük kız olmak istemiyorum.”
Ayşe Öğretmen, Nilgün’ün aslında ne kadar büyük bir çocuk olduğunu fark etti. Kendi ailesini hatırladı, Nilgün’ün cesaretine hayran kalarak. Annesi ve babasının ayrılmamaları için bir sicim görevi gördüğünü hissetti. Başçavuş olan babası ve ev hanımı olan annesinin kavgalarını düşündü. Arada kalmışlığın ne kadar kötü olduğunu düşünürken, ayrılmalarını her engellediğinde o sicimi hem annesinin hem babasının boynuna doladığını gördü. Okumaya devam etmeden önce mutfağa gidip çaydanlığın altını açtı. Mektubu da yanında getirmişti ve çay tekrar ısınırken mektubu okumaya devam etti.
“Geçen yaz sizin yanınıza ilk geldiğimde, sevgiyi bulamadığım için gündüzleri dışarı çıkmayı tercih ediyordum. Her sabah erkenden evden kendimi atarak dolaşmaya başlıyordum. Deniz kenarına gidip denize taş atıyordum. Bazen de bulduğum bir sokak köpeğiyle sohbet ediyordum. Fırat’ı da o günlerde tanıdım. Sizin çok seveceğinizi düşünmediğim o çocuğu gördüğümde çok sevdim.
Tabii bunu size yine anlatmadım, çünkü sırf kendi mutsuzluklarınızın penceresinden yine mutsuzluk göreceğiniz için benim bir ilişkim olsun istemeyecektiniz. Fırat başlarda çok iyiydi. Her sabah buluşup akşam yemeğine kadar beraber vakit geçiriyor, sohbet ediyorduk. Ta ki o güne kadar… Merak etmeyin, kendimi koruyabilmeyi becermiştim bu sefer.
Fırat beni metruk bir binaya götürmek istediğinde ona güvendiğim için gitmiştim oraya. Ama o, güvenimin karşılığını bana zorla dokunmaya çalışarak verdi. Yere düştüm, dizlerim kanadı ama bana dokunamadı. Eve doğru o kadar hızlı koştum ki kimse yetişemezdi arkamdan.
Ben eve girdiğimde yine kavga ediyordunuz. Gözlerim yaşlıydı, dizlerim kanıyordu. Ama siz bunlardan daha çok, kıyafetlerimin ne kadar kirlendiğiyle ilgilendiniz. Bir de hemen duşa girmemi tembihlediniz, çünkü evde yeni temizlik yapılmıştı ve kanı hiçbir yere bulaştırmamam gerekirdi.
Duşa girdim, kaynar suyu açtım ve yaralarıma tuttum. Biliyor musunuz, insanın kalbi acıdığında bedensel hiçbir acının bir anlamı olmuyormuş aslında. Sizin ilgisizliğiniz canımı o kadar yakmıştı ki…”
Ayşe Öğretmen, çaydanlıktan gelen ıslık gibi sesle kendini mektuptan uzaklaştırabilmişti. Aklına Mehmet geldi: ilk çocukluk aşkı Mehmet. İlk sevda sözlerinin ve ilk kalp kırıklıklarının sahibi Mehmet. Onun kendisine isteği dışında dokunmak istemesi ve Ayşe’nin kaçışı, belki de Nilgün ile aynı kadere sahip olması etkilemişti onu. Aslında sadece Nilgün’le değil, ülkede yaşayan milyonlarca kadının aynı kalp kırıklıklarını, aynı güven kırıklıklarını yaşaması etkilemişti onu. Çayını koyarak mutfak masasına oturdu, eline tekrar mektubu aldı.
“Ben ilk defa bu yıl harçlığımı çıkarayım diye yaz tatilinde çalışmak istediğimi söylediğimde, ikiniz de benimle gurur duydunuz. Ya da ben, yüzünüzde onu görmek istedim. Anne, sen ‘olur’ dedin; mutfağa gidip sigara yaktın. Babam ise ‘Ben bir iki kişiye sorayım.’ dedi.
Benim aslında istediğim şey çalışmaktan çok evden uzaklaşmaktı; bunu ikiniz de fark etmediniz. Birkaç gün içerisinde babam gelecekti. Bana, fırıncının çırak aradığını ve sadece yaz tatilinde çalışacağımı söylediğinde, bunu kabul ettiğini söyleyecekti. Kendisi de bir iş bulmuştu; bir emlak ofisinde çalışmaya başlamıştı.
O iki gün… Sadece o iki gün ev gerçekten bir ev gibi olmuştu. İkinizin de yüzü gülüyordu. Ne yalan söyleyeyim, böyle devam edeceğini düşünseydim ben gitmezdim fırıncının yanına çalışmaya. Ama iki gün sonra yani benim çalışmaya başlamamdan bir gün önce, ikiniz arasındaki en şiddetli kavgaya şahit oldum. Belki de sırf o nedenle ertesi gün sabahın en erken saatinde fırıncının yanına gitmiştim bile.
Keşke boşansaydınız be anne, keşke boşansaydınız be baba. Ben de gitmek zorunda kalmasaydım o adamın yanına.
İlk birkaç gün iyiydi. Adam bana hamuru nasıl mayalayacağımı, kaç dakika taş fırında duracağını, poğaçanın nasıl yapıldığını öğretti. Sonra… Sonra bir şey oldu. Adam, fırına kürekle ekmekleri sürmeyi gösterirken elime dokundu. Ben tabii bunun önce yanlışlıkla olduğunu düşündüm. Ama bu dokunmalar artarak devam etti.
Bundan size bahsetmeye kalktığım gün, siz yine kavga ediyordunuz. Ben ikinizin de sigarasının ucunda yanmaya devam ediyordum. Ama asıl, ‘Artık çalışmak istemiyorum.’ dediğimde annemin “Babasının kızı.” demesi kırdı beni. Evet, babamın kızıydım ama çalışmak istemememin nedeni, sadece size anlatamayacağım kadar utandığım o dokunuşlardı.
Bir iki gün hasta taklidi yaptım, gitmedim ama bu arada sizin kavgalarınız şiddetlenerek artıyordu. Birkaç gün sonra yine o çok korktuğum fırındaydım. Camekânlı bölümün önünden elimden geldiğince ayrılmamaya özen gösterirken ya da depoya sadece müşteri geldiğinde giderken adamın gözlerini üzerimde hissediyordum.
Korktuğum başıma geldi. Depoya indiğim günlerden birinde dış kapının kilitlenme sesini duydum. Depodan çıkmak için koşarak ilerlerken yakaladı beni o canavar; ince, güçsüz kollarımdan. Beni depoya indirmesi, unla karışmış terinin kokusu ve canımın yanması… Hiç yanmadığı kadar yanması…
Mahallenin o iyi niyetli ihtiyar fırıncısının içinden çıkan canavarı ilk kez gördüm o karanlık deponun içerisinde. Beni size anlatmamam için tehdit etti. Bu nedenledir ki son bir ay, sizin kavgalarınıza ve bağırmalarınıza rağmen hiç çıkmadım evden.
Bir yanım hâlâ o deponun içerisinde çığlık atmaya devam ediyor.”
Ayşe Öğretmen, elinin ayağının boşaldığını hissetti. Bir an eli yanına düştü ve soğuk soğuk titremeye başladı.
“Ah be kızım, neler yaşadın sen o küçücük bedeninde… Neler yaşadın o küçücük kalbinle…” deyiverdi içinden.
Mehmet geldi yine aklına. İstediğini elde edememişti ama herkese elde etmiş gibi anlatmıştı. Bu nedenle insanların ona bakışının nasıl değiştiğini hatırladı. O günü hatırladı: Bir avuç ilacı hiç düşünmeden yutuşunu, annesinin onu bulmasını, hastaneye götürülmesini ve sonunda bir şekilde hayata geri dönmesini…
O gün, o hastanede daha güçlü doğmuştu ya da kendi kendini doğurmuştu, kendinin annesi olmuştu. O nedenledir ki bir şekilde bütün kabuklarını kırmış ve dışarı çıkmıştı. Elinde mektup, kendisine son bir bardak çay daha koyarken son bölümü okudu:
“Sevgili anneciğim, sevgili babacığım,
Size biraz da güzel şeylerden bahsedeceğim. Bugün, geçen yılın sonunda keşfettiğim gizli yerimi kontrol ettim. Hâlâ kimse bulamamış orayı. Burada bir kumru ailesi var. Çok yaklaşamadım; azıcık yaklaşınca anne kabarttı tüylerini. O kadar güzeller ki…
Bugün size yazacaklarımı, ders sonrasında onlara anlattım. Size yazacağımı da söyledim. Onayladılar mı bilmiyorum ama bir de onlardan bir şey istedim: Bana uçmayı öğretmelerini. Kabul ettiler mi bilmiyorum. Bu gece deneyeceğim.
Uçabilirsem uzaklara gideceğim. Olur da uçamazsam… Sizi çok seviyorum. Ne olursa olsun sizi çok seviyorum.
Kızınız,
Nilgün”
Ayşe Öğretmen, kapanan bir demir kapı sesinden mi yoksa mektubun sonunda okuduklarından mı bilmiyordu; elindeki demliği yere düşürdü. Çelik demlik korkunç bir ses çıkardı.
Bu, bir aileye yazılmış itiraf mektubu değildi. Bu, gönderilmekten vazgeçilen bir intihar mektubuydu.
Ayşe Öğretmen, ciğerleri yana yana koştu; o demir kapının kapandığı, sesin geldiği yere doğru koştu. Sonunda karşısında o siyah demir kapıyı gördü. Kapıyı açtığı anda içeriye bir rüzgâr esti. Terasa açılıyordu kapı.
Normalde kilitli olması gereken kapı muhtemelen unutulmuş ve kilitlenmemişti. Nilgün işte oradaydı. Tam terasın kenarında duruyordu. Üzerinde mavi pijamasıyla ay ışığı altında salınıyordu. Bir öne, bir geriye…
“Nilgün, dur! Yapma!” diye bağırabildi.
Nilgün arkasını döndü.
“Hocam, gitmişler.” dedi ve devam etti:
“Beni beklemeden gitmişler.”
Ayşe Öğretmen önce ağzının kuruduğunu hissetti.
“Biliyorum Nilgün. Onları giderken duydum ama giderlerken bana şey dediler… Şey… Nilgün uçmasın, onun ayakları yere sağlam bassın, dediler.”
Nilgün, histerik bir şekilde omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
“Basamıyorum hocam… Ayaklarımı yere sağlam bir şekilde basamıyorum. Olmuyor. Ne zaman basmak istesem dizlerimden kırılıyor. Buradan düşmek hiçbir şey hocam; ben her gece kâbuslarımda çok daha yüksekten düşüyorum.”
Ayşe Öğretmen yavaş ve temkinli adımlarla Nilgün’e yaklaşıyordu.
“Biliyorum canım… Biliyorum kuzum. Ama sana bir şey söyleyeyim mi? Bunların aynısını ben de yaşadım.”
Bir adım daha… Bir adım daha…
“Hatta yazdıklarını görünce ben o günlere tekrar döndüm, tekrar yaşadım.”
Nilgün hıçkırıklar içinde,
“Okudunuz mu? Şimdi herkes öğrenecek… Kimsenin yüzüne bakamayacağım.”
Bir adım daha…
Ayşe Öğretmen elinde sıkı sıkı tuttuğu mektubu yukarı kaldırdı.
“Bak, mektup burada. Bir gün sen bağıra bağıra söylemek isteyene kadar bu mektup ikimizin sırrı olacak.”
Sonra yavaş yavaş adım atmaya devam ederken mektubu parçalara ayırmaya başladı. Çok az kalmıştı.
“Ben seni yalnız bırakmayacağım. Sen nasıl istersen öyle olacak, tamam mı güzel kızım?”
Elindeki kâğıt parçalarını yukarı kaldırdı ve rüzgâra bıraktı. Rüzgâr, kâğıt parçalarını taşırken Nilgün’ün dikkatsizliğinden yararlanan Ayşe Öğretmen kolundan tutarak onu terasın kenarından içeri çekti.
İkisi sarılarak hüngür hüngür ağlamaya başladığında, kumru ailesi çocuklarına uçmayı öğretmiş ve yuvaya geri dönmüşlerdi.
Sabah olduğunda güneş, gece boyunca ağlamış iki yüzü usulca okşadı. Teras kapısının önünde oturmuş, birbirlerine yaslanmışlardı; rüzgâr saçlarını karıştırıyor, sessizlik konuşuyordu. Ayşe Öğretmen, Nilgün’ün ellerini tutarken onun parmaklarının hâlâ titrediğini hissetti ama o titremede artık yalnızlık değil, yaşama dair incecik bir umut vardı. İçinden “Bugün hayatta kaldık,” dedi, “ve belki yarın, yürümeyi birlikte öğreniriz.”
Selçuk Karadağ


Sosyal medya hesaplarımıza göz attınız mı?
İletİŞİM
bilgi@kitapveotesi.com
© 2024. All rights reserved.